images

Müzede Matematik ve Daha Fazlası: Tales Matematik Müzesi Ev Sahipliğinde Matematik, Eğitim Sistemi ve Psikoloji Üzerine Bir Sohbet

Aydın’da Başak Eğitim Kurumları’nın bir girişimi olan Tales Matematik Müzesi’nin kurucusu Alp Ayaydın ve müdür yardımcısı Ebrar Ölçer ile Matematik, eğitim sistemi ve Psikoloji üzerine konuştuk…

Tales Matematik Müzesi Aydın’da, Başak Eğitim Hizmetleri tarafından 27 Mayıs 2015 tarihinde matematiği dokunulur kılmak için kurulmuş harika bir müze. Sürekli her yaştan ziyaretçilerini ağırlıyor ama özellikle öğretmen ve öğrencilerin ziyaret listelerinin vazgeçilmezi… Ziyaretçiler buradaki işinin ehli matematikçiler eşliğinde müzeyi ve matematiğin aslında ne kadar yaşamın içinden olduğunu keşfediyorlar. Hem bu yolla hem de QNB Finansbank sponsorluğunda gezici müze tırıyla ulaştığı herkese matematiği sevdirmeyi amaçlıyor…

Neden bu müze için alan olarak (reklamcılık mezunu biri olmanız da düşünülürse) matematik düşünüldü?

Alp Ayaydın: Aslında bu neden sonuç ilişkisini tersten incelersek, sonuç benim reklamcılık ve halkla ilişkiler mezunu olmuş olmam olabilir ama nedenine inersek yine matematiğe ulaşırız. İlk idealim olan genetik mühendisliğiyle milyarlarca insanın hayatına dokunabileceğimi düşünüyordum fakat zamanla eğitim sistemi içerisinde kendime bu bölümde çok yer edinemeyeceğimi düşündüm ve farklı hayallerimi keşfetmeye odaklandım. Bu süreçte toplulukların beyinlerine hitap ederek değişim yaratmayı ve yardım edebilmeyi reklamcılık ve halkla ilişkiler aracılığıyla yapabileceğim fikri oluştu. Bir tanesinde fiziksel olarak bir tanesinde de bilinçlendirerek, propagandalarla ve iletişim araçlarıyla bunu yapabileceğimi düşündüm. Baktığımız zaman ikisi de içerisinde matematiksel süreçlerin büyük rol oynadığı durumlar. Aslında böyle bir bağlantısı var.

Neden bu müze için Tales ismi düşünüldü? Başka bir isim düşünülmedi?

Alp Ayaydın: İnsanlığın gelişim sürecine baktığımız zaman bizim Anadoluda, Anadoluluk mantığı üzerinden düşündüğümüzde çok uluslu, çok kültürlü, çok medeniyetli bir yapı var, bunların hepsine sahip çıkabiliriz. Çok uzakta, hiç görüşmediğniz, aynı sokakları arşınlamadığınız bir akrabanıza mı kendinizi daha yakın hissedersiniz yoksa bir jenerasyon önce sizinle aynı apartmanda oturmuş bir insana mı daha çok yakınlık duyarsınız sorusunun cevabını verirsek sanırım bu durum açıklanabilir. İkisine de sahip çıkmaya çalışıyoruz ama Tales çok dominant bir şekilde bu topraklara ve daha sonrasında bugünkü bilimi şekillendiren yolda yani Batı medeniyetlerinin bu teknolojik ve bilimsel gelişmelere gittiği yoldaki kırılma noktası. Aslında o da Ortadoğudan, bir zamanlar bilim merkezi olan Bağdat’tan, Mısır’dan ve İskenderiye Kütüphanesi’nden besleniyor ama içinde bulunduğumuz toprakları ve Avrupa kıtasını değiştiriyor o da sonra tüm dünyanın değişmesine yol açıyor. Dolayısıyla Tales’in hem bu topraklardan olması hem yedi bilgenin baş bilgesi olması hem de pozitif düşünce anlamında, felsefi olarak çok büyük farklılık yaratması anlamında tercihimiz oldu ama bir Ali Kuşçu Gezegenevimiz de var her değerimize ayrı ayrı sahip çıkmaya çalışıyoruz.

Ar-ge sürecinde size özellikle ilham olan bir matematik müzesi veya bilim merkezi var mı?

Alp Ayaydın: Aslında böyle bir nokta yok. Şöyle bakmak lazım ben Japonya’da da, Amerika’da da Almanya’da da bilim ve matematik üzerine kurulan pek çok müze ve merkezi gezdim. Aslında hepsi benzer şeyleri farklı şekillerde anlatıyorlar. Bizim müzemizde de onlardan farklı şekillerde anlatım kullanılan yanlar var. Dolayısıyla temel olarak bir ilham noktası yok ama ben hepsinde eşit derecede, şeker dükkanına girmiş çocuk gibi heyecanlanıyorum.

Matematiğe olan ilginiz nereden geliyor ve neden müze yoluyla yansıtmak istediniz?

Aslında ilgimi yansıtma yöntemim müze olmayabilirdi bu iş başka bir format altında da gerçekleştiriyor olabilirdik. Biliyoruz ki zeki insanı verdiği cevaplardan değil sorduğu sorulardan anlarız, doğru soruları soranlar dünyada bambaşka çağlar açan insanlardır, eğitim anlamında doğru soruyu soran öğrencilerin cevap alamadığı bir ülkeyiz, matematik de ülkemizde bir korku haline gelmiş ve aslında bilimlerin alt yapısı matematik üzerine. Bu yüzden müze olarak bu işi gerçekleştirmeyi ve matematiği farklı bir bakış açısıyla sunmayı düşündük.

“Demek lisede öğrendiğim bu formülün günlük yaşamda böyle bir karşılığı varmış…”
Müze mevcut eğitim müfredatına da uyacak şekilde planlamış, sizin amaçlarınızdan biri de “matematiği dokunulur kılmak ve soyut olanı somutlaştırmak”. Ama okullardaki genel süreç böyle değil, matematik Hâlâ korkulu bir rüya. Bu anlamda daha büyük girişimleriniz olacak mı, milli eğitim müfredatında değişiklikler yaratabilmek gibi bir hayaliniz var mı?

Alp Ayaydın: Şöyle bir hayalimiz var; biz bunun bir şeyler değiştireceğinin farkındaydık nitekim öyle de oldu. Biz buna özel bir girişim olarak başladık, şimdi bunu farklı illere de taşıyoruz. Şu ana kadar 500.000’in üzerinde öğrenciye ulaştık, birçoğunun hayatına dokunduk. Bu konunun ezber dışı bir yaklaşımla değerlendiriliyor olması ki bunda öğretmenlerin payı da çok önemlidir bu yüzden öğretmenlerin de müzeyi gezmesini çok istiyoruz çünkü eğitim sisteminde öğretmen kendi öğretmenlerinden ne gördüyse onu yansıtıyor bu noktada bir kısır döngü var. Bu noktada güncellemelere ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz ve Tales Matematik Müzesi bu anlamda bir kırılma noktası… İnsanlar gezerken “demek lisede öğrendiğim bu formülün günlük yaşamda böyle bir karşılığı varmış…” diyorlar.

Başak Koleji olarak kendi öğrencilerinizde de bu “somutlaştırma” girişiminin geri dönüşlerini aldığınızı düşünüyor musunuz?

Alp Ayaydın: Evet, öğretmenlerimiz hem tutum hem de sonuç anlamında değişimler gözlemlediklerini söylüyorlar. Çocukların oyunlaştırarak yaptıkları işlemlerin sonucunun çok güzel olduğunu, oyun oynarken pek çok şey öğrendiğini gördük. Tutum anlamında da çok büyük farklılıklar olduğunu gördük, QNB Finansbank sponsorluğunda yaptığımız Türkiye’yi gezdiğimiz ve pek çok çocuğa ulaştığımız projemizde de belli yerlerde tutumla ilgili ölçümler yaptık ve bu anlamda çok güzel geri dönüşler aldık. Bunu daha istatistiki anlamda sunduğumuz bir çalışma yapmayı da hedefliyoruz.

Müzeyi farklı illere de yayma planınız var mı?

Alp Ayaydın: Aslında başta Anadolu Medeniyetler Müzesi gibi tek bir müze olmayı hedeflemiştik ama insanların her şeyin ayaklarına gelmesine alıştıkları bu çağda böyle ulaşacağımız kitlenin daha sınırlı olduğunu düşündük. Müze ziyaretlerinin çok önemli olduğunu hatta aynı müzeye belirli zamanlarda birden fazla gidilmesini çünkü her yaşta oradan alınacak şeylerin farklı olduğuna inanan biriyim bu anlamda QNB Finansbank’la yaptığımız sosyal sorumluluk projesi tarzı projelerle ve onun dışında da Türkiye’de 10-15 farklı noktaya da taşıyarak daha çok kişiye ulaşmamız gerektiğini düşünüyorum.

MÜZECİLİKTE DE ÇAĞA AYAK UYDURMAK LAZIM

Bilim anlamında dünyada örneklerini görebileceğimiz çok çarpıcı müzeler var, “body words” örneğini verebiliriz Fen bilimleri açısından, tıp açısından çok önemli bir yer, farklı alanlarla ilgili de böyle müzeler var, siz de bu tarz işlerle alanınızı genişletmeyi düşünür müsünüz?

Alp Ayaydın: Kesinlikle. Bizim Tales Matematik Müzesi’yle açtığımız yol sadece matematik değil, buradan fen bilgisinin hatta pozitif bilimlerin alt dallarına da ayrılarak bir yol izlenebilir. Örrneğin Amsterdam’da “mycropia” isimli bir müze var düşünülünce sadece mikroplar üzerine bile kurulan bir müze olabiliyor. Bu işin bir sınırı yok. Yeni nesil daha interaktif şeyler istiyor, örneğin Fransa’da Gustav Klimt’in eserlerinin 360 derece projeksiyon tekniğiyle desteklendiği performans sanatı da diyebileceğimiz bir müze var. Bütün eserler eski bir ampul fabrikasında müzikle beraber diğer duyularımıza da hitap edeecek şekilde sunulmuş böylece eseri yaşamış, içine girmiş oluyorsunuz. Çağa da ayak uyduran işler yapmak lazım.

Pek çok kişinin yakındığı matematik korkusunda bir koşullanma süreci hakim olabilir mi sizce? Bu durum henüz okula yeni başlayan çocuklarda toplumdaki algıyla beraber oluşmaya başlamış ve öğretmenlerin tavrıyla da pekişmiş olabilir mi sizce? Bu noktada öğretmenlerin payı olduğunu düşünüyor musunuz?

Alp Ayaydın: Esas oradan başlayan bir süreç ama burada öğretmenleri suçlamak en kolayı, tam tersi örnekleri de görmek mümkün, öğretmeninin sayesinde matematiğe âşık olduğunu söyleyen öğrenciler de var. Burada bence şöyle bir durum var, biz bilgiye çok kolay ulaşılan bir çağdayız ama bizim öğretmenlerimiz böyle bir imkana sahip değillerdi ve bize kendilerine öğretmenlerinin verdiği kadarını aldıkları bir çağdan geliyorlar. Ama şuan ki öğretmenlere bence bununla ilgili büyük bir pay biçilebilir.

Ebrar Ölçer: PISA Koordinatörü Andreas Schleicher bir konuşmasında “öğrencilerin başarısı asla öğretmenlerin başarısını geçemez” diyor. Dolayısıyla aslında öğretmen ne kadar iyi olursa öğrenci de o kadar iyi olur. Bu anlamda öğretmenlerin kendini geliştirmesi çok önemli dolayısıyla bu korkuda öğretmenlerin payı büyük diyebiliriz.

ÖĞRENCİLERİMİZE GİRİŞİMCİLİK DERSİ VEREREK PEK ÇOK KONUYU AYNI ZAMANDA ÖĞRETTİK

Matematik müfredatında yapılmasının önemli olduğunu ya da eksik olduğunu düşündüğüz şeyleri paylaşmanızı mümkün müdür?

Alp Ayaydın: Bu bambaşka bir çalıştay konusudur buraya sığmaz ama tek önemli şeyin “handzone aproach” dediğimiz elleriyle girişerek, fiziksel olarak dokunarak, deneyimleyerek ve bir etkileşim içerisinde öğrenebilecekleri yapılar, sistemler, materyaller üretmek zorundayız. Eğitim sisteminin geleceği budur. Bu belki bir ekran üzerinden interaktif bir program olabilir belki fiziksel bir şekilde kullanılabilen ahşap malzemeler olabilir fakat mutlaka öğrendiğimiz şeylerin soyut, teorik kısmının yanında uygulama ve bir yerde kullanma kısmı olmalı. Biz her dersin tek tek öğretilebileceğini düşünüyoruz ancak hayatta hiçbir konu diğer konulardan izole edilerek anlaşılamaz çünkü hepsi birbirine bağlı. Matematikte problemler konusunun kaçı gerçek hayattan örnekler verilerek öğretiliyor ki? Ağırlık birimleri çevirilerinin bir pazarda alışveriş yaptıktan ya da bir yemek yaparken kullanılan malzemelerden örnek verilerek öğretilen bir çocuğun bunu kavramama ihtimali yok çünkü aksiyonla beraber öğreniyorlar. Bu yıl bir girişimcilik dersi yaptık ve burada matematikte öğrendikleri her şeyi kullanmaları gerekti çünkü kantin için bir ürün tasarlamalarını ve maliyetini de belirtmelerini istedik. Bu esnada yaptıkları pek çok hesapla aslında büyük bir pratik yapmış oldular. Bence bu iş yüz tane ödeve eşittir ve ödev ya da ders çalışma çerçevesine zorla sokulmadan yapılmış olması da bunun başka bir boyutu…

Ebrar Ölçer: David Hillbert “her olgunlaşmış disiplin kendini matematiğin içinde bulur” diyor. Matematiği salt matematik eğitimi olarak vermek zaten doğru değil, ileride bir öğretmen pek çok farklı disiplini harmanlayarak ders anlatacak ve burada aslında bir eğitmen pozisyonundan çok yol gösterici olarak bunu yapacak. Eğitim müfredatına baktığımızda ben ileriye yönelik daha umutluyum çünkü eğitimci umutsuz olamaz.

Anaokullarınızda Montesseri sisteminin de içinde olduğu karma bir sistem kullanıyormuşsunuz. Matematik konusunda da dokunarak öğretmek gibi bir misyonu var müzenin. Buradan yola çıkarak 7 den 70 e hayat boyu demeyimleyerek öğrenmeye verdiğiniz önemin göstergesi diyebilir miyiz?

Alp Ayaydın: Aslında eğitim sisteminde eksik olanı tamamlamaya çalışıyoruz, olmayan noktayı doldurmaya çalışıyoruz. Matematik başarısı daha da öte genel hayat başarısı anlamında söyleyeceğimiz en önemli şey şu olabilir, okul öncesi eğitimin öneminden hep bahsediyoruz ama okumayı, yazmayı, sayıları, işlem yapmayı öğrenmekten çok daha ötesi var; bir çocuğun bağcığını bağlayabildiği, kendi çantasını hazırlayabildiği noktayı biz hep es geçiyoruz hâlbuki orada çok önemli bir değer var. Bir şeyi tek başına gerçekleştirebilmek bir çocuk için çok önemli bir şey ve bu hayatta daha büyük şeyler için temel şarttır. Gelecekteki pek çok şey için kendi kendine bir şey yapabilme, başarabilme hissiyatını tattırmazsak hiçbir zaman hayal kurabilen, hedef koyabilen ve bunun sonucu olarak bir şeyler başarabilen bireyler yetiştiremeyiz.

Richard Nissbett Düşünce’nin Coğrafyası adlı eserinde Çin’den gelen öğrencisinin kendisine “Biliyor musunuz, aramızdaki fark benim dünyayı bir çember sizinse bir çizgi olarak görmeniz.” dediğinden bahsediyor. Baktığımız zaman dünyayı algılayışlarını ifade ettiği terimler tamamen matematiksel. Burada ifade edilen temel şey düşüncenin coğrafyasının olması. Peki siz düşüncenin ya da matematiğin coğrafyası olduğuna inanıyor musunuz?

Ebrar Ölçer: Hindistanlı Matematikçi Ramanujan’ın hikayesini anlatan “Sonsuzluk Teorisi (The Man Who Knew Infinity)” bir film var. Ramanujan, denklemleri tanrının diline koyduğunu ve kendisinin bunları aktardığını söylese de Hardy bunların ispatlarının olması gerektiğini söylüyor ve bunlar için Ramanujan’ı Cambridge’ye davet ediyor. İkisinin pek çok noktada bakış açılarının farklılığını filmde görebiliyorsunuz. Bu noktada evet düşüncenin coğrafyası var diyebiliriz. Nihayetinde birleştikleri noktalar aynı olsa da bu sonuca ulaşma şekilleri farklı. Doğu “tümdengelim”le Batı “tümevarım”la olaylara yaklaşıyor. İkisi birleşiyor, aynı sonuçlara varıyor fakat yöntemleri farklı. Dolayısıyla bence düşüncenin coğrafyası var ama noktası aynı. Türkiye içinse bunun tam ortasında olduğumuzu düşünüyorum ve doğu-batı harmanını iyi yapabildiğimiz zaman karşılaştığımız sorunları tamamen çözebileceğiz.

Alp Ayaydın: Düşüncenin coğrafyası bence tartışılmaz bir şekilde var. Matematiğin coğrafyası var mıdır kısmında ise matematiğe yaklaşımlarda Ebrar Bey’in söylediği gibi bir durum olmasının yanında matematik aynı zamanda enternasyonel bir dil olduğu için daha kolay anlaşılabilecek daha standardize olmuş bir yapısı var diye düşünüyorum. Türkiye içinse biz aslında kollektif bir yapıya sahip bir ülkeyiz ama Batı etkisiyle bireyselleşmede var bunun sonucunda zaman zaman trajikomik durumlarda yaşadığımızı düşünüyorum.

Belli işlerde sahip olduğunuz mesleki beceriler ülkeniz kendi ülkeniz içinde geçerlidir bu mesleği farklı bir ülkede icra etmeniz zordur ya da mümkün değildir ama matematiğin evrensel bir dil olduğunu düşünürsek -benzerliklere ya da aynı amaca sahip olunduğuna vurgu yapmanın uzlaşmayı artırması gibi- matematik bir barış dili diyebilir miyiz?

Alp Ayaydın: Kuşkusuz… Sağduyu dediğimiz şey aslında uzlaşmacı kültürün dayanak noktası. Sağduyu ve sağlamak köken olarak aynı yerden geliyor ve bu bir tesadüf değil. Burada sağduyunun, sağlamayla beraber matematiksel yanına dikkat çekiliyor aslında. Ebrar Bey’in de söylediği gibi sağlama önemli çünkü bunu ben böyle düşünüyorum deyip işin içinden çıkamazsınız. Bunun bir sistem içerisinde bir değerlendirme ve teste tabi tutulması durumu söz konusudur. O zaman da aslında çok rahatlıkla barış dili olabiliyor çünkü herkesin anlayabildiği, uzlaşabildiği bir şey oluyor. Çünkü şu an dünya üzerinde kullanılan her dil kullanıldığı bölge itibariyle farklılık arz ediyor, o yüzden biz dilleri iletişim aracı olarak kullansak da diller sürekli bölgesel ve dönemsel etkilerle değiştiği için yanlışlıkların ve iletişim eksikliklerinin olma olasılığı çok büyük. Sırt çantamla Güney Amerika’yı dolaşırken bir olay yaşadım; aynı kelime Kolombiya ve Arjantin’de farklı anlamlarda kullanılıyormuş. Birinde çocuk birinde ise bavul emanet etmek için kullanılıyormuş Bavulları emanet etmek için Kolombiya’daki görevliyle iletişime geçtiğim zaman görevlinin sağıma soluma baktığını sonra da bavulumu gösterdiğimde dehşete düştüğünü farkettim. Dolayısıyla matematik çok daha az sapması olan çok daha net bir dil anlaşılmak için.

Ebrar Ölçer: Geçmişe de baktığımızda da bu böyledir. Sıfırı bir Arap olan Harezmi buldu ama bir İtalyan olan Fibonacci Avrupa’ya taşıdı, İntegral Avrupa’da gelişti ama alan hesaplarını kullanan Mısır medeniyetiydi, Asya’da matematiğe birçok katkıda bulundu. Şu an Amerika matematik uygulamalarının en iyi yapıldığı ülke olarak geçiyor. Aslında gelişim olarak bakıldığında matematiği kimse kimseden almıyor matematik herkesin sırtında yükseliyor. Bu anlamda matematik kesinlikle evrensel bir dildir.

Tales gibi pek çok öncü isimle aynı coğrafyayı paylaşmamıza rağmen neden matematik müzesi ya da diğer bilim merkezlerinin ilk örneklerini neden hep Almanya, Amerika gibi ülkelerde görüyoruz?

Alp Ayaydın: Aslında müzeciliğin kökeninde arşivcilik vardır. Herhangi bir objeyi sergilemeden önce belli notlar tutup, kaynaklar oluşturmanız lazım. Biz sözlü ve göçebe bir kültürden geldiğimiz için bizde herhangi bir şekilde arşiv tutma mantığı yok. Arşiv tutma mantığı büyük kütüphanelerin oluşmasına yol açmıştır, ardından da bunu objelere de uygulanması, sabit bir yerde kalabilmesi ve orayı zenginleştirmeye devam etmesi ve sözel kültürün aksine şansa bırakılmaması söz konusu. Dolayısıyla yazıya geçme, matbaayı kullanma gibi belirli durumların da arşivciliği çok etkilediğini düşünüyorum. Akabinde her bir konuda uzmanlaşmak için bunun gerekli olduğunu düşünmüşler ve müzecilik kültürü de bu anlamda çok daha erken gelişmiş. Türkiye’de zaten özel müze girişimleri de çok çok yeni, biz bu müzeyi kurarken mevzuatta bu müzeyi hangi kategori altında işleyeceğimizi düşünürken çok zorlandık çünkü Türkiye’de müze denilince hâlâ akla ilk gelenler etnografik veya arkeolojik müzeler.

Psikoloji ve matematik ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Alp Ayaydın: Aslında ikisi de hayatta yaptığımız her şeyde küçük de olsa payı olan şeyler. Çünkü evren matematiksel prensipler üzerinden işliyor, psikolojimizde hayatta yaptığımız her hamlede yanımızda ama dinamiklerinin farklı olduğunu düşünüyorum. Terazinin iki tarafında birbirini dengeleyen iki farklı parça gibi görüyorum.

Pek çok dâhinin adını zikrettik, matematik alanında da “dahi” diye adlandırdığımız pek çok kişi var ama bir zamanlar bu kişiler “deli” denilerek etiketlenmiş kişiler. Sizce bu iki kavram arasında ince bir çizgi mi var? Bu kişiler bu çizginin üzerinde yürüyorlar mı?

Bence burada “deli”den kastımızın me olduğu çok önemli. Bu biraz kimin gözünden söylendiğiyle alakalı olarak çoğunlukla aynı şey olabilir. Aralarında ince bir çizgi değil de çoğu zaman kesişim kümeleri olduğunu düşünüyorum. Seven birinin “dahi” demesi çok daha olasıyken, dışarıdan bakan ve sevmeyen, anlamayan birinin “deli” diyerek kendi çapında o kişiyi yaftalayarak hayatına devam etmeyi tercih ediyor genelde. Çünkü bir insanlık olarak genelde anlayamadığımız şeyler konusunda negatif ve yıkıcıyız. İnsanlar anlamadıklarını yakarlar.

Son olarak Mozartcultures hakkında düşünce veya önerileriniz nelerdir?

Alp Ayaydın: Övmekten başka çok bir şey yapamam çok güzel bir platform biz de keyifle takipteyiz, bugün küçük de olsa bir parçası olduğumuz için çok mutluyuz. Daha fazla insanın okuması gerektiğini düşünüyorum, insanlar okumaya zaman bulamamaktan şikâyetçi ama sizin yazılarınız ufacık bir hap gibi tatlı gibi bir yazıyı okumak zor değil, keyifli bir mola gibi, başarılarınızın devamını içtenlikle diliyoruz.

Ebrar Ölçer: Mozartcultures’in okunmasını herkese tavsiye ediyorum, günün yorgunluğunu atmaya birebir diyebilirim özellikle balkonda, çayın yanında harika gidiyor.

Sizden kitap ve film önerisi almak ve size naçizane üç kitap önermek isteriz, bizim önerilerimiz;
  • Müzecilik Psikolojisi - Bekir Onur
  • Deliliğin Coğrafyası
  • Düşüncenin Coğrafyası - Richard Nissbett
Sizlerin de önerilerini alabilir miyiz;

Ebrar Ölçer: Sorularınızdan birine karşılık film olarak Sonsuzluğun Teorisi adlı filmin kesinlikle izlenmesini öneririm. Kitap olarak ise Tolstoy’un tüm kitapları ve Dücane Cündioğlu’nun kitapları-yazıları-söyleşilerini önerebilirim, kendisinin çok sıkı bir takipçisiyimdir ve onu anlamaya çok gayret gösteriririm.

Alp Ayaydın: Benim için hayatımın bir numaralı kitabı Küçük Prens’tir, her yaşta okunup farklı tadlar alınacağını farklı şeyler anlaşılacağını düşünüyorum, Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü ve Cennetin Dibi isimli eserleri, üçüncü önerim ise Halil Cibran’ın Ermiş’i.